19 May 2017

Brussels, Brugge, Belgium

1 ay yalnız özgürlüğümün tadını çıkarmak için yollara düştüm. Seyahat planlarım, uçak biletlerim, hostel rezervasyonlarım, her şeyi hazırlayıp Güneşli Katowice'den, Yağmurlu Brüksel'e iniş yaptım.
Bulutlu havası gibi insanlarının da öyle olduğunu sanırdım, karşılaştıklarım genelde sevimli insanlardı. Sora sora hostelimi buldum. Hostel sahibi Türk-Ankaralı çıktı. Yalnız Brüksel'in havasından şikayetçi. Türkiye'ye dönmeyi istiyor.
Haritamı alıp eşyalarımı bırakır bırakmak Brüksel sokaklarına attım kendimi. Önceden görmeyi planladığım yerlerden başlayarak, kendimi şehrin akışına bıraktım.

Grand Place, Brüksel'de kaçıramayacağınız bir nokta. Fransız Devriminden sonra yapılan meydanı barok ve gotik tarzındaki binalar süslüyor. İhtişamına kendinizi kaptırıyorsunuz. Binaların bazıları otel, bazıları da cafe olarak kullanılıyor. İnsanlar dinlenmek ya da hoş vakit geçirebilmek için bu meydana geliyorlar. Türk cafe ve restoranları da bu çevrede görebilirsiniz. Sokak sanatçıları müziklerini burada insanlara dinletip, ellerinde şapkalarıyla cafelerin müşterilerinden bahşiş topluyorlar. Gençlerse cafelerde oturmak yerine meydanın çeşitli yerlerinde yerde oturuyorlar. Kimi fotoğraf çekme derdinde, kimi ise sohbete dalmış. Kendinizi 18.yy'a ait hissediyorsunuz. Akşamları ışıklandırdıkları gotik, biraz da ürkütücü yapılar size zamanı unutturuyor.



28 Eki 2016

Yazılarıma ara vereli 5 ay olmuş.
Gördüklerimi, yaşadıklarımı unutacağım diye ödüm kopuyor.
HAYAT HIZLI AKIYOR.
Haziran ayında çıktığım 40 günlük aralıksız turdan sonra, eylül sonu gittiğim mini balkanlar yazılacaklar listemde.
Artık hiç bir şeye önem vermiyorum. Basit yaşıyorum. Hani derler ya gidenler değişiyor, değişiliyor gerçekten.
Bazen okulu dahi bırakasım geliyor ama sonra sona bu kadar yaklaşmışken ölürsem üniversite mezunu olmadan gitmeyeyim diyorum.
Çok mantıklıyım biliyorum:)
Gezenleri deli gibi kıskanıyorum. Gezip kitap yazanları daha çok kıskanıyorum.
Sadece yolda olmak, okumak ve yazmak istiyorum.
Simple, free, endless.


Its been 5 months since i wrote.
Im freaking, what if i forget those times.
TIME IS CRAZY.
After the 40days tour in June, mini-Balkans experiences are also on my list.
I don't give a shit to anything. Living simple. Like being said; those who leave, changes. So true!
Sometimes i even think about dropping out the university. Then i find myself thinking like "what if i die, ill be under-graduated" as if my diploma would work on the otherside :D
I know im so wise:)
Im so jealous of travelers, more for those, who are traveling and writing.
I just want to be on the road, read and write.
Einfach, frei, endlos.


Es ist schon 5 Monaten seit ich reise.
Ich habe Angst von meine Reisen zu vergessen.
DIE ZEIT IST VERRÜCKT.
40 Tagen Tour im Juni und klein-Balkans Erfahrungen sind auch an meiner Liste.
Alles ist mir scheißegal. Einfach Leben. Wie gesagt, "die Menschen, dass die abreisen, sich ändern."
Ganz genau!
Manchmal denke ich an Verlassen meiner Universität. Dann finde ich mich denken als "was würde ich ohne Diplom auf die andere Seite machen".
Ich weiss, dass ich sehr weise bin.:)
Ich bin sehr eifersüchtig auf die Reisender, mehr auf denen, die reisen und schreiben.
Ich wünsche nur den Weg, Lesen und Schreiben.
Basit, özgür, sonsuz.

Bu da böyle bir yazımdı.




5 Haz 2016

Lviv'de Bir Hafta Sonu



Polonya'dan ayrılmadan görmeyi planladığım yerlerden bir tanesi Lviv'di.
Polonya'daki herkesin övgüyle bahsettiği, Ukraynalıların favori şehri.
Avrupa Birliği üyesi olmadığından sınırda uzun süre beklemen gerekiyor.
Otobüsten inmene izin vermiyorlar ve o sıcakta memurların gelip pasaportları toplayıp geri getirmesini bekliyorsun.
Bu açıdan sıkıntılı bir yolculuk geçirdikten sonra nihayet Lviv'e ulaştık.
Otobüs Terminalinde indikten sonra şehre giden halk otobüse bindik.
Durduğu her durakta birileri bindi. Klimasız, sıcak havada bir anda tıklım tıklım oldu.
Bizim metrobüslerden beter.
Neyse 40 dakikalık yolculuktan sonra yeniden nefes alabildik.
Gürcistan'a benzettiğim Avrupa'dan çok başka bir şehir.

Lviv, Aslan'ın Şehri anlamına geliyor. Bu ismin 1256'da şehri kuran kralın oğlu Lev'den geliyor. Yani kral koca şehre oğlunun adını vermiş.
Tarih boyunca birçok ülkenin sahip olmaya çalıştığı bir şehir olmuş. Bir süre Habsburg Hanedanı'nın, ardından Rusların, II.Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre önce de Polonyalı'nın sınırlarına dahil olmuş. Savaş sonrası Sovyetlere dahil olan Lviv, 1991'de Sovyetlerin dağılmasıyla yeniden bağımsızlığına kavuşmuş. Günümüzde Ruslara karşı Ukrayna Milliyetçiliğinin yaygın olduğu bir şehir. Yine de hemen herkes Ukraynaca'dan sonra ikinci dil olarak Rusça biliyor. İngilizce bilen birini bulmak gerçekten zor.
II. Dünya Savaşı'nı hasar görmeden atlatması Lviv'i Ukrayna'nın Tarih ve Kültür Başkenti haline getirmiş. Bu sebeple UNESCO Dünya Mirasları listesinde yer alıyor.

Şehrin çok ucuz olduğunu belirtmekte fayda var. 10 liraya hemen her cafede ya da restoranda güzel  yemek yiyebiliyorsunuz. Konaklama da aynı şekilde çok uygun. Mesela biz şehrin merkezinde 9 euroya iki gece için güzel bir hostelde kaldık.
Çok fazla Türk erkek var. Nedeni belli. Bir cafede karşılaşıp Türk oldukları için konuştuğumuz 50 yaş üstü amcalar sizi gece kulübüne çağırıyor. Sex turizmi ve gece hayatı çok yaygın. İnsanların şehre gelişlerinin başlıca sebeplerinden.
Erotizm de oldukça yaygın. Değişik konseptte cafeler var. Bu cafeleriyle oldukça ün yapmış.
Biz de tabii bir kaçını denedik.


House of Legends, 4 katlı bir binadan oluşuyor. Her katta farklı bir atmosfer var.
İçeride fotoğraf çekmenize izin vermiyorlar. Ama biz yemeğimizi bir kafesin içinde yedik :D
Binanın en üst katında da bir otomobil ve çatıda oturan cücenin yer aldığı küçük bir teras yer alıyor.




Yine ilginç cafelerden biri Mazosh Cafe. Adını Mazoşizmin babası Leopold von Sacher-Masoch'tan almış. Çoğunlukla feminist eserler yazan ve eserlerinde mazoşist duygulara yer veren yazar Lviv'in Habsburglar'a ait olduğu zamanlarda doğmuş. Cafenin hemen girişinde heykeline rastlayabilirsiniz.
Bu cafede erotik ve cinsel içerikli menüden tutun da dolaplardan sallanan sütyenlere, zincirlere kadar loş ışık altında dekore edilmiş masalara rastlayabilirsiniz. Garsonların hepsi bayan. İçeri gelen herkesi özellikle erkekleri kırbaçlıyorlar. Eğer mazoşistseniz ve acı çekmek istiyorsanız cafenin ortasında isteyen erkeği kırbaçlıyorlar. Bu arada seçtiğiniz yemeğe dikkat edin ilginç şekillerde önünüze gelebilir. Ve iştahınız bir anda kaçabilir :)



Lviv'in kahvesi de oldukça meşhur. Coffee Mining House kahvenizi içebileceğiniz keyifli bir yer.
Cafe'nin arka bahçesine ulaşmak için hemen altında yer alan yoldan bir tünele giriyorsunuz. İsterseniz yer altında bu küçük tünelde yer alan masalarda da oturabiliyorsunuz.

Lviv Chocolate Factory' de el yapımı çikolataların bulunduğu lezzetli bir yer. 4 katında da her şekil çikolatanın ve çikolatadan yapılmış hediyelik eşyaların bulunduğu salonlar bulunuyor. Erotik çikolatalar da çocukların görmemesi için dolaplara saklanmış. Dürbünle baktığınızda görebiliyorsunuz. İlginç bir yöntem.



Biraz daha öğrenci işi ve geleneksel bir şeyler yemek istiyorsanız Puzata Hata adındaki restoranı tavsiye edebilirim. Çok fazla çeşit var ve self servis. Yemekleri daha çok Gürcülerin- Polonyalıların yemeklerine benziyor.

Gelelim görülmesi gereken yerlere. Öncelikle çok sayıda kilise var. Özellikle Greko-Katolik Kiliseyi ilk defa burada gördüm. Biraz Katolik, biraz da Ortodoks Kilise karışımı olan bu kiliseler de heykellerin yanı sıra ikonları, Papa'nın yanı sıra Ortodoks liderlerinin resimlerini görüyorsunuz.
Tam olarak iki mezhebin karışımı. Görebileceğiniz kiliseler Church of all Saints, Dominicant Church, Assumption Church olabilir. Kiliseler çok kalabalık. Genelde yaşlılar ve başlarını yarıya kadar örten teyzeler dua ediyorlar. Özellikle Kırım'da savaşıp hayatlarını kaybedenler için ağıtlar yakıyor ve onların resimleriyle kilisede anma törenleri yapıyorlar. St. George Katedrali'de merkezin biraz dışında kalsa da görülmesi gereken ihtişamlı bir Greko-Katolik kilisesi.






Kırım Savaşı demişken, halen Rusların istilasında olan o bölgede çok sayıda Tatar Müslümanı bulunuyor. Ülkenin bir tarafı savaş içerisindeyken diğer tarafı hiç bir şey olmamış gibi. Biz de turist olarak ziyarete gidiyoruz. Bu açıdan biraz da hüzünlü bir şehir bana göre.
Meydandaki banklarda otururken tanıştığımız bir çocuk da Türk olduğumu öğrenince "Müslüman mısın?" diye soruyor. "Evet neden sordun?" dedikten sonra, "Ben de Müslümanım, Kırım Tatarı'yım" diyor. Askeriye de eğitim görüyormuş. Eğitimi tamamlandıktan sonra operasyonlara katılacakmış.
Ailesi Kırım'da ve onlar için endişeleniyor. Ancak senede iki defa yanlarına gidebiliyormuş :(

Lviv'in ünlü yapılarından biri Opera Binası. 19.yy'ın sonunda Habsburg Avusturya Hanedanı'nın Avusturya'dan ve Belçika'dan getirttiği mermerle ve yerel malzemelerle 3 yılın süren çalışmalar sonucunda tamamlanmış. Işıklandırması bir Avusturya firması olan Siemens tarafından yapılmış.1900 yılında kullanıma açılmış. Mimarı olan Gorgolewski Poltva Nehri üzerine inşa edilmesinde ısrarcı olmuş ve Avrupa'da ilk olarak betonarme taban kullanmış. Ancak bina hakkında anlatılan hikayelere göre altındaki tünelde akan nehirden dolayı yapımından bir süre sonra bina batmaya başlamış. Bunu duyan mimar da depresyona girmiş ve kendisini asmış. Bir süre sonra da binanın batması durmuş ve günümüze kadar gelmiş. :)



Operanın önünde güzel bir meydan ve park bulunuyor. Bu parkta orta yaşlı amcalar satranç oynuyorlar. Çoğunluğu bir iddia üzerine ya da ortaya para koyarak, bazen tanıdıklarıyla bazen de orada olan yabancılarla satranç oynuyorlar. Oturup onları izlemek çok keyifli.


Şehre kuşbakışı bakmak için gidebileceğiniz yerlerden High Castle yürüyerek 20-25 dakikada ulaşabileceğiniz bir tepe. Hihg Castle adını duyup orada bir kale göreceğinizi beklemeyin, çünkü kale yok. Şehri ele geçiren Polonya kralı Casimir III., zamanında burada bulunan tahta kaleyi yok etmiş.Sonrasında 1362 yılında tuğladan bir kale inşa edilmiş. Ancak bu kale de İsveçlilerin istilasında oldukça hasar görmüş. Günümüzde de kaleye dair bir şey kalmamış. Ancak Lviv'in en yüksek noktası olarak halen ilgi çekiyor. Yeşilliklerin içerisinde güzel bir doğa yürüyüşüyle ulaşabileceğiniz tepeye sabah vakitlerinde çıkmanız tavsiye olunur :)



Lviv'de görülmesi gereken önemli bir diğer yerse Lychakiv Mezarlığı.2 numaralı tramvayla ya da yine yürüyerek yarım saatte ulaşabileceğiniz bir noktada yer alıyor. Bu mezarlığı ilgi çekici yapan ise ilginç yapıdaki mezarları ve çok sayıda heykelleri. Açık hava müzesinde geziyormuş hissine kapılıyorsunuz ki zaten giriş için de bir ücret ödemek zorundasınız. Türk parasıyla 2 lira gibi bir ücret :) Mezarlıkta savaşta hayatını kaybeden çok sayıda Ukraynalı ve Polonyalı askerin yanı sıra, birçok ünlünün mezarı da bulunuyor.






Gece gündüz hareketli sokakları, ilginç cafeleri, bozulmamış mimarisi, yardımsever insanları ve doğu esintisiyle gezilmesi keyifli yerlerden :)


















20 May 2016

Sicilya'nın İncisi,Palermo,Italya

İtalya'nın bambaşka bir şehri.
Sicilya'nın en büyük kenti.
Afrika'dan, Hindistan'dan, Bangladeş'ten çok sayıda göçmen var.
Herkes kendi geleneğini sürdürüyor.
Bazı sokaklarda tabelalar dahi İtalyanca, İbranice ve Arapça yazılı.


Kimse İngilizce bilmiyor. Herkes hem Sicilya aksanı ile İtalyanca hem de kendi ana dilini konuşuyor.
Çok sayıda Müslüman da var. Merkezdeki sokakların birinde de cami bulunuyor.
Şehir Fenikeliler tarafından kurulmuş sonrasında Roma İmparatorluğuna bağlanmış ve daha sonra bin yıldan fazla bir süre Bizans İmparatorluğunun himayesine girmiş. 831-1072 yılları arasında ise Arapların kontrolüne geçmiş. Sonrasında Normandiyalılar tarafından yeniden fethedilmiş ve İtalya'nın birleşimine(1860)'a kadar Normandiya Sicilya Krallığının başkenti haline gelmiş.
Bu kadar fetihler sonucu da çok sayıda Bizans-Arap-Norman tarzında mimariler ortaya çıkmış.
Sicilya'ya özel tatlılar ve yemekler çok meşhur ve lezzetli.

Daracık sokaklarda çamaşır serili camlar, Hindistan'da kullanılan motor benzeri küçük araçlar, sokak ortasında hoparlörünü eline almış son ses müzikle dans eden siyahiler, bizdeki gibi domates, biber, patlıcan diye bağıran pazarcılar ve büyük pazarlarıyla kendinizi İtalya'da değil Sicilya'da hissediyorsunuz :D Çingeneleri de çok fazla. Bir aile otobüste bizi yakaladı, küçük kız elimizdeki cips paketine saldırdı, fotoğraf çekmek için 5 euro istediler ve küçük çocuk elini çantamıza sokmaya çalıştı.:0 Eşyalarınıza dikkat edin! :D



Şehre gelen çok sayıda turist var, özellikle yoğun bir liman şehri olduğu için limana demirleyen turist gemileri de çok fazla. Turist bilgi ofisleri size harita ve gidilecek yerler konusunda en yardımcı olabilecek yer, çünkü dediğim gibi kimse İngilizce konuşmuyor!
Turistler Amerikalı, İngiliz ce Fransız çoğunluğunda olunca halk da alışmış zengin turistlere, sürekli bir şeyler satmaya çalışıyorlar. Çok fazla sokak satıcısı var, her kilise girişinde birden fazla dilenci var. Hepsi para vermenizi bekliyor.

Şehirden bu kadar bahsettikten sonra gezmeniz gereken yerlere geçelim :D
Quattro Canti 1608-1620 yılları arasında iki ana caddeyi birbirine bağlamak için yapılan meydan.
Meydanın dört köşesinde mevsimleri ve Sicilya'nın İspanyol Krallarını temsil eden dört benzer yapı bulunuyor. Hepsi bünyesinde bir çeşme barındırıyor. Maqueda ile Emanuele caddelerini birbirine bağlayan bu meydan üzerinden bir tarafta denizi, bir tarafta dağı, bir tarafta Tiyatro'ya giden yolu, diğer tarafta ise Katedral'e giden yolu görüyorsunuz. Maqueda caddesi araç trafiğine kapalı.



Palermo'nun en önemli tarihi yapısı Palermo Katedrali.
1185 yılında önceleri Bizans Bazilikasının bulunduğu yere Normanlar tarafından yapılmış bir katedral. Mimari yapısı Norman, Arap ve Gotik tarzda. 9.yy'da şehrin Arap himayesine girmesinden sonra camiye çevrilen kilise Normanların şehri yeniden fethetmesinden sonra tekrar kiliseye çevriliyor.17. ve 18.yy'da çok sayıda restorasyon geçirerek günümüzdeki şeklini alıyor.
Katedralin içine giriş ücretsiz, ancak çatısına çıkmak ve anıtsal tarihi parçaları görmek isterseniz 7 Euro gibi bir ücretle ziyaret edebilirsiniz.


İkinci önemli durak ise Teatro Massimo. Burası İtalya'nın en büyük Avrupa'nın ise 3. büyük tiyatrosu. Akustiği ile meşhur. İlk olarak 1897'de açılmış sonrasında uzun süre restorasyona girmiş ve tekrar 1997'de açılmış. Godfather 3'ünde film olarak yayınlandığı tiyatro.
Şu an opera ve tiyatro oyunlarına açık, sadece yapıyı ziyaret etmek isterseniz de girişler 8 euro.




Tiyatronun önü büyük bir meydan. Sokak sanatçıları, dans eden gençler, hemen herkes bu meydanda.
Caddenin etrafında ise çok sayıda cafe ve restoran bulunuyor.

Plazzo dei Normani (Norman Sarayı) ise Avrupa'daki en eski kraliyet sarayı. Binanın ilk olarak Palermo Arap Emiri tarafından 9.yy'da yapıldığı sanılıyor. Tipik Arap mahzenleri sarayın bodrum katında halen görülebiliyor.Sonrasında Normanların şehri fethiyle Norman krallarının yaşadığı daha komplex bir yapı haline getirilmiş. Palatine Şapel'ide Normanlar tarafından yapının merkezi olarak saraya eklenmiş. Bizans,Arap ve Norman mimarisinin açıkça sergilendiği güzel bir yapı. Günümüzde Palermo Parlamentosu burada yer alıyor, yalnızca bir kısmı ziyarete açık. Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasak. Biletler ise 6 euro.



Bir diğer önemli yapı ise Chiesa di San Cataldo.
Burası 1160 yılında Normanlar tarafından yapılan yine Bizans-Arap-Norman mimarisi karışımının oluşturduğu Sicilya'ya özel kiliselerden bir tanesi. Kubbeleri ve mozaikleriyle oldukça ilgi çekici.



Piazza Pretoria çevresinde çıplak heykellerin bulunduğu bir çeşme. 1573'te meydan haline getirmek için bir kaç evin de yıkıldığı bu çeşme sonrasında heykellerin bu çıplaklığından dolayı Utanç Meydanı adını almış.



Palermo'daki camiyi ziyaret etmek isterseniz Maqueda caddesi üzerinde yer alan Via Del Celso sokağında ilerlediğinizde üzerinde Mosche yazan camiyi görebilirsiniz. Namaz vakitlerinde açılıyor.



Sicilya'yı herkes mafyasıyla tanır. Şahsen ben de mafyaya dair bir şeyler görmeyi umut etmiştim. Ne bileyim müze olur, mafya babası evi olur falan :D Ama şehri öylesine mafyadan temizlemişler ki mafya artık kartpostalların üzerindeki Corleone fotoğrafları olmuş. Bir de bu anıt var limana yakın bir yerde.Üzerinde Mafya ile savaşanlar anısına... yazılı. Hepsi bu.




Bu arada Palermo sokaklarında kaybolmak da keyifli. Küçücük sokaklar sizi şehrin yerlilerinin oturduğu minik evlere ulaştırıyor. Yine öyle sokakların birinde gezerken Tayyip Erdoğan'ın sesini duydum. İki tane esmer amca oturmuş videodan Erdoğan'ın konuşmasını seyrediyorlar. Türkçe bildiklerini düşünerek yanlarına yaklaştım. Dedim merhaba, Erdoğan mı izliyorsunuz? Meğer amcaların ikisi de Türkçe bilmiyor. İngilizce de bilmiyor. Bangladeşli Palermo'da yaşayan amcalar oturmuşlar telefondan Erdoğan'ın halka sesleniş konuşmasını açmışlar hiç bir şey anlamadan son ses büyük dikkatle izliyorlar. Türk olduğumu söyleyince bir şeyler dediler güldüler iyi karşıladılar ama tabii pek anlaşamadık. Böyle de ilginç bir durumdu.

Bir de artık kültürden midir yoksa böyle karışık bir toplum olduğundan mıdır bilemiyorum ama önüne gelen kıza laf atma huyu burada da var. İtalyanı da siyahisi de Arap'ı da sokaktan geçen her kıza laf atıyor. Bu açıdan çok da güvenli ya da kadınlar için özgür bir şehir olduğunu söyleyemem.

Palermo'da kültürel gezilere doyduysanız, yaz sıcağında biraz serinlemek için Mondello Plajına gidebilirsiniz. Otobüsle önce 101 ardından üzerinde Mondello yazan 616 numaralı otobüse binerseniz sizi Mondello'ya yaklaşık 45 dakikada ulaştırıyor. Burası harika bir koy. İnce kumlu masmavi berrak denizi ile turistlerin ilgi odağı. Burada da size bir şeyler satmaya çalışan işportacılar peşinizi bırakmıyor :D Ama manzara bir harika!



Palermo yarı tropik iklime sahip olduğu için her parkta uzun uzun palmiyeler ve tropik ağaçlar görebilirsiniz.Özellikle limana yakın yerde bulunan Giardino Garibaldi ve Parlamento'nun önünde bulunan Villa Bonanno çok huzurlu iki güzel park.





Gelelim en sevdiğim bölüm olan Sicilya lezzetlerine :D
Arangine buraya gelmişken denemeniz gereken tatların başında geliyor. Belki biraz içli köfteye benzetebilirsiniz ama çeşitleri sadece etten ibaret değil. Özellikle mozeralla ve ıspanaklısı harika. Maqueda caddesinde çeşitli şekillerde Arangine yapan bu dükkâna gidebilirsiniz.
Fiyatları da oldukça uygun.





Deniz ürünleri satan sokak satıcıları da çok fazla. Eğer kalamar, midye ve adını bilmediğim daha bir çok deniz ürünü seviyorsanız denemeye değer. Özellikle Vucciria adı verilen dar sokağın sonu küçük küçük sokak satıcılarıyla dolu. Geceleri takılmak için insanların içkisini alıp sokakta muhabbet ettikleri küçük de bir bar var. Aynı zamanda bit pazarı gibi akşam 8'e kadar açık olan minik dükkanlar var. Buralarda eski kartpostallar, mektuplar ve kitaplar bulabilirsiniz.



Bunun dışında tatlıları ve dondurmaları efsane. Özellikle Brioche bizim pofuduk poğaça gibi bir ekmeğin arasına koydukları dondurma tahmin ettiğimden çok daha güzel :D




Cannoli Siciliani, Cassatine, Cassata, Iris, Cartoccio Palermitano denemeniz gereken tatlılar :D






Not:Palermo'ya gelmişken fazladan zamanınız kalırsa gidebileceğiniz yakın şehirlerden biri Cefalu.
Trenle 1 saatte ulaşabildiğiniz bu şehir bir balıkçı kasabası. Tabii günümüzde turistlerin akın ettiği bir yer. Cefalu Katedrali Norman-Arap-Bizans mimarisinin bir diğer örneği. Unesco Dünya Mirasları listesinde yer alıyor. Onun dışında dar sokakları ve çok sayıda hediyelik eşya dükkanıyla tatlı bir yer. Büyük bir koyu ve yine kumlu bir plajı var. Denize girmek isteyenler için ideal.






19 May 2016

Amalfi Kıyıları, İtalya



İtalya'nın klasik kültürel rotasından sıkıldıysanız, biraz kafa dinleyip doğaya doymak isterseniz Napoli'den kolayca ulaşabileceğiniz, dağlara kurulu üç güzel yer bulunuyor.
Öncelikle Napoli'den Sorrento yönüne giden trene biniyorsunuz, bilet fiyatları 4 euro kadar.
Yaklaşık 1.5 saat sonra Sorrento'da iniyorsunuz. Burası dağ, koy ve şirin ev manzarasının başladığı yer. Bir kaç saatinizi buraya ayırabilir, derin sularda yüzüp, Capri Adası ve Vezüv Dağının manzarasına doyabilirsiniz.

Sonrasında tren istasyonundan hemen çıktığınızda görebileceğiniz Costiera adlı otobüs şirketleri sizi yüksek dağ yamaçları arasındaki yolculukla kıyı kasabalarına ulaştırıyor. Biletler 8 Euro ve tüm gün kullanabiliyorsunuz. Sahil kasabaları Sorrento, Positano, Amalfi, Ravello, Salerno, Agerola ve Tramonti diye sıralanıyor. Bu duraklardan birinde inip biraz zaman geçirip yeniden aynı biletle otobüse binip bir diğerine gidebiliyorsunuz.

Biz adını en çok duyduğum Amalfi kasabasıyla başlıyoruz.
Yollar çok dolambaçlı, gidene kadar mideniz ağzınıza geliyor :D Ama manzara çok keyifli. Yüksek dağların arasında küçücük yollarda ilerliyorsunuz. Amalfi'nin bir çarşısı bir de denize girebileceğiniz küçük bir koyu var. Açıkçası beklediğimden küçük bir yer.






Çarşıda yer alan Katedral Roman-Bizans ve Gotik tarzında. Gelmişken gidilebilecek yerlerden biri Smeraldo Mağarası.Amalfi sahilden kalkan teknelerle içi yarı deniz suyuyla dolu olan bu mağarayı botlarla gezmeniz mümkün. Tekne gidiş-dönüş 10 euro, mağaraya giriş ise 5 euro.



Amalfi'nin dev limonları meşhur. Sokaklarda görebileceğiniz hediyelik dev limonlar ve limonataları deneyebilirsiniz.
Tam olarak turizm odaklı bir kasaba. Çok sayıda otel var. Denize girebileceğiniz koyu küçük, yazın nasıl olur bilmiyorum ama mayıs ayı için güzeldi.

Amalfi sonrası rotamız Positano. Burası Amalfi'den daha renkli bir kasaba. Eskiden fakir bir balıkçı kasabasıyken zamanla turistlerin ilgi odağı haline gelmiş.Yine yamaçlara kurulu evler ve mavilik.Çarşısı daracık sokaklardan ve hediyelik eşya dükkanlarından oluşuyor.
Evler çok şirin. Denize burada girmedik ama koyu Amalfi'den büyük. Positano'nun hemen her fotoğrafında görebileceğiniz İtalyan Çinisinden yapılmış kubbeye sahip bir kilisesi var.





Bu bölgelerde Türk fazla yok. Turistlerin çoğunluğu İngiltere ve Amerikadan.
Lüks otel ve zenginlerle dolu :D
Biz iki öğrenci bir pizza bir kruvasanla akşam yemeğimizi Positano kıyısına oturmuş yerken insanlar özel şoförleriyle lüks otellerine yerleşiyorlardı :D

Günü Positano'da bitirirken, dönüş için otobüs saatlerine bakıp otobüs durağımıza geldik.
Ama çok kalabalıktı herkes bu saati beklemiş gibi.İlk gelen otobüse binemedik ve 1 saat daha Amerikalı gençlerle bekledik. En sonunda otobüse binip Sorrento'ya döndük. Ve yeniden trenle Napoli'ye ulaştık. Bu trenlerde biraz dikkatli olmakta fayda var. Giderken çalgı çalan çingenelerle, dönüşte ise yarı boş trende iki üç Napolili Apaçiyle karşılaştık:D
En iyisi onlara bulaşmadan kalabalık vagonlarda çantalarınıza dikkat ederek seyahat etmek, benden söylemesi! :D